Haber 365
Haberlere Hızlı Erişin Son Dakika Haberleri ve Gelişmeleri Anında, Herkesten Önce Öğrenmek İçin;
Takip Et
Müfit Hoca’dan Aziz Mahmud Hüdai’ye
Ahmet Tezcan
Müfit Hoca’dan Aziz Mahmud Hüdai’ye
20.04.2020 Pazartesi 09:16

“Halk Partisi’nin gölgesi, memleket sathını kaplamış, kimseye kaçacak delik, sığınacak liman bırakmamıştı. Sûreti sîreti, sıfatı lâfızı ne olursa olsun “ondan olma bütün partiler” renkli bardaklara doldurulmuş su gibi, Halk Partisi’nin tezâhürlerinden ibaretti. Halk Partisi bu memleketin ilk ve her zaman tek partisi olmuştu, seksen sene de geçse gene öyle olacaktı.”

Başbakan Adnan Menderes ve iki arkadaşının idamı ile biten Kâfirûn romanından bir pasaj bu.

Üç askeri darbeyi üç roman halinde, “Alkımın Altından Kimse Geçemez” üst başlığı altında yazmak istemiştim. Kâfirûn bu serinin ilk romanı idi. Yukarıdaki cümleler romandaki karakterlerden ilk Meclis Mebusu Müfit Hoca’nın mülahazasından.

Roman yayınlandıktan sonra hayli ilgi gördü. A Haber televizyonundan Selin Ongun bir söyleşi için davet etti. Gittim. Program başlamadan önce kahvemizi içerken kanalın o dönemdeki genel yayın müdürü Cengiz Er, “Şimdi Başbakan ile konuştum. Televizyonu açık, A Haber seyrediyor, senin çıkacağını biliyor” dedi. “Pek güzel!” dedim ve Selin Ongun’dan program sırasında lafı bir ara Müfit Hoca’nın sözlerine getirmesini rica ettim. Selin programdan önce  romanı bir gecede okumuş ve notlar almış, sor dediğim mesele zaten notları arasında imiş. Sordu.

“Romandaki Müfit Hoca Halk Partisi’nden doğmuş bütün partilerin renkli bardaklar içindeki su gibi olduğunu söylüyor ve Demokrat Parti için ‘sözü demokrat olsa da özü halk partisi, her şey aslına rücu eder, seksen sene de geçse bu değişmeyecek’ diyor. Bugün de öyle mi?”

“Evet.” dedim. “Bugün de öyle.”

Soruyu perçinledi.

“AK Parti de mi?”

“Evet AK Parti de” dedim. “Hatta HDP de.. Sezai Karakoç’un Diriliş Partisi de!”

Gerekçem şu idi:

Problem partilerde değil, mevcut siyasi sistemde idi. Sistemin temelini Cumhuriyet Halk Partisi’nin de kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk atmış, üzerindeki çarpık çurpuk yapıyı ise İsmet İnönü inşa etmişti, sıkıntılar o yapıdan kaynaklanıyordu. Askeri darbelerden sonraki Anayasa değişiklikleri de devletin hörgücünü hepten yamultmuştu. Tek Parti rejimi ve darbe anayasalarının tamamı değiştirilmeden sıkıntıların aşılması mümkün değildi. Sözlerin bir anlamı yoktu, sistemden kaynaklanan refleks bir noktada sözü geçersiz kılıp o söze ters eylem, dayatıveriyordu.

O gün gazetede bir fotoğraf görmüştüm. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde bir grup genç, üniversite bahçesinden geçirilecek yolu protesto yürüyüşü yapıyor, en önde “İslami Faşizme Son” yazılı bir döviz taşıyorlardı. O fotoğraftan bahsettim ve şöyle dedim:

“Şimdi o gençler karşı çıktıkları problemin, Tayyip Erdoğan’ın yahut Ak Parti’nin muhafazakâr İslâmcı kimliğinden değil, mevcut sistemin arızalarından kaynaklandığını düşünmüyorlar. Düşünmemeleri son derece normal. Çünkü sen; mevcut sistemin rükünleriyle kurulmuş bir parti olarak, mevcut sistemin rükünleriyle seçilerek iş başına geldiğinde, mevcut sistemin rükünleriyle yapmak zorunda olduğun icraatın söylemini İslâmî motiflere dayandırırsan, mevcut sistemden kaynaklanan bütün arızalar İslâm’a fatura edilir ve sen kendi dinine zulmetmiş olursun!”

Ve yalvarmıştım.

“Beşinci Anayasa Değişikliği Paketi açıklandı. 5555’inci paket de açıklansa bu problem ortadan kalkmayacak. Çünkü domuzun kılı değil, kendisi orada duruyor. Allah aşkına değiştirin şu lanet olası sistemi!”

Şimdi;

Sistem değiştirildi. Başbakanlık kalktı. Başkanlık sistemine geçildi. Devlet çarkının hızlı çalışması sağlandı. İyi de oldu. Hele şu günlerde bu değişikliğin olumlu tarafı çok daha net anlaşılıyor ve en muhalif olanlardan bile şu sözleri işitiyorum:

“Bu Corona Virüs salgınını eski sistemde, bir koalisyon hükümeti iktidarda iken yaşamış olsaydık mahvolmuştuk! Böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyorum!”

Ancak;

Sistem bütünüyle değiştirilebilmiş değil. Yapının temel elemanları sağlamlaştırıldı. Kesilip atılmış yahut çürümüş kolonlar, kirişler yenilendi ama o çarpık çurpuk vaziyet hâlâ devam ediyor.

Hâlâ darbe anayasalarının çerçevesini çizdiği kanunlarla yönetiliyoruz ve hâlâ çoğu zaman sıkıştığımız yerde ceberrut dönemin Halk Partisi refleksleri devreye giriveriyor. Belki öylesi işimize geliyor, bilmiyorum.

Sistem değişikliği ile birlikte söylem değişikliği de gerekiyordu. Elimizle dilimiz arasındaki uyumsuzluğu giderecek “alışkanlıkları terk” riyazetine girmeliydik.

Önce şu “dâvâ” lafını terk etmeliydik meselâ. O kavramın zihinlerde canlandırdığı manzarayı, eski sistemden tevarüs ettiğimiz reflekslerle ve insani zaaflarımızla mahvetmeye devam ediyor, dâvâyı hörgüçlü deveye çeviriyoruz.

Şimdi asıl yapı söküm işini kendi üzerimizde yapmamız gerekiyor. Boyumuzu aşan söylemleri ziyan etmeyi bırakıp, önce kişisel, sonra kurumsal olarak temele kadar inip kendimizi yeniden inşa etmemiz şart görünüyor.

Daha evvel de yazmış ve önüme düşen her fırsatta anlatmıştım. Yine anlatayım; Vanlı bir derviş tanımıştım. Gözleri zâhiri görmeyen ama herkese göz ışığı olan bir adamdı; Bayram abi. Bir gün gençlerin konuşmasına kulak misafiri olmuş. Gençler “İslâm şöyledir, böyledir. İslâm’da şöyle olursa böyle olur” diye konuşur dururlarmış. Bayram abi dayanamamış, lafın orta yerine dalmış:

“Yav gardaş, siz İslâm İslâm deyip durisiz, ben hiç bi şey anlamim ha!  Bak gardaş; önce İnsan olmak lazım, sonra İslâm olmak lazım. Önce İnsan olursanız, İslâmınız çok ince, çok kibar, pek nâzik olur. Yok, önce İslâm olur sonra İnsan olmaya kalkarsanız, İslâmınız çok kaba olur, kırıcı olur, inticitir!”

Bu sözü işitince Süperhaber sitesine bir yazı yazmış; “Keşke önce müteahhit olsaydık da sonra mücahit olmaya kalksaydık!” demiştim.

Hâlâ diyorum; keşke önce kendimizi inşâ edip insan olmayı taahhüt edeydik de şehirlere binaları ondan sonra yapaydık. Önce mücahit olduk, fakat sonra iş müteahhitliğe düşünce ne yapacağımızı şaşırdık.

Yapı bozukluğumuz Üsküdar sırtlarından bakıldığında Sultanahmet Camii’nin minareleri arasından görünüyor! Gölgesi de o caminin bânisi Sultan Ahmed’in şeyhi Aziz Mahmud Hüdâi türbesine düşüyor!

Hâlâ orada... hâlâ!

Yalan mı Leylâ?