Ortadoğu’da Riskler ve Fırsatlar

Haber365 olarak; Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORSAM) Filistin/İsrail Çalışmaları Uzmanı Sayın Haydar Oruç ile önemli bir röportaj gerçekleştirdik.

21.12.2020-10:51 - (Son Güncelleme: 21.12.2020-10:55) Ortadoğu’da Riskler ve Fırsatlar

Özel Röportaj: Hasan Birgül - Haydar Oruç (ORSAM) Filistin/ İsrail Çalışma Uzmanı

Haber365 Yüzyılın Anlaşması olarak geçen ‘’İbrahim Anlaşmasını’’, ABD-İSRAİL ilişkilerini, İsrail’deki hükümet krizlerini ve yeni dönemdeki riskleri ve fırsatları sorduk bize vakit ayırıp sorularımızı içtenlikle cevapladığı için Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORSAM) Filistin/İsrail Çalışmaları Uzmanı Sayın Haydar Oruç'a teşekkür ederiz.

 

Yüzyılın anlaşması olarak geçen ‘’İbrahim Anlaşması’’ nın bölgenin geleceğine etkileri nelerdir? Anlaşmanın bölgesel eksenler üzerine etkisi ne olacak?

 

İbrahim Anlaşmalarının tam olarak sözde Yüzyılın Anlaşması (Planı) olduğunu söylemek mümkün değildir. Bilakis Filistinlilerin bu planı ret etmeleri nedeniyle sözde Yüzyılın Planını defacto olarak hayata geçirmek için tasarlanan bir süreçtir. Ancak nihayetinde sözde Yüzyılın Planındaki hedeflere ulaşmak için yürürlüğe konulduğu söylenebilir. Zira hatırlanacağı gibi 28 Ocak 2020 tarihinde sözde Yüzyılın Planının kamuoyuna duyurulması töreninde, hâlihazırda İsrail ile İbrahim Anlaşmasını imza eden Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’in büyükelçileri de bulunmaktaydı.

 

Sözde Yüzyılın Planı, adından da anlaşılacağı gibi sadece İsrail ile Filistinliler arasındaki meselenin çözülmesini değil tüm Ortadoğu’ya barış getirme iddiasında olan bir plandı. Ancak planın içeriği paylaşıldığında, iddia edilenin aksine sadece İsrail’in isteklerine göre dizayn edilmiş bir metin olduğu görülmüştür. Bu haliyle de planın sürdürülmesi ve bu plana uluslararası destek sağlanması mümkün görülmediğinden, İbrahim Anlaşmaları gibi alternatif sürece başvurulduğu anlaşılmaktadır.

 

İbrahim Anlaşmaları da ilk bakışta bölge ülke arasındaki husumeti sonlandırmayı, ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkileri arttırmayı hedefleyen bir metin olarak sunulmuş olsa da, süreç içerisinde yaşananlar anlaşmaların aslında hiç de lanse edildiği gibi olmadığını göstermiştir. Bunun en somut örneği ise, İsrail ile anlaşmayı ilk imzalayan ve ilişkilerini normalleştirdiğini açıklayan BAE’nin, anlaşma gereğince İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak planının durdurulmuş olduğunu açıklamasına rağmen İsrail başbakanı Netanyahu’nun bunu ısrarla ret etmesi ve ardından da işgal altındaki Batı Şeria’da binlerce yeni Yahudi yerleşim yerine kabine tarafından onay verilmiş olmasıdır.

 

Aradan geçen süreçte yaşananlar da bize göstermiştir ki İbrahim Anlaşması, ilgili ülkelerin bazı ihtiyaçlarının karşılanması ve sorunlarının çözümlenmesi için İsrail ve ABD ile yaptığı ve tamamen çıkar üzerine inşa edilmiş bir metindir. İddia edildiği gibi Filistin’in ve Filistinlilerin gasp edilen haklarının verilmesi ve onlara insanca yaşama imkânı sunmaya matuf bir gayesi bulunmamaktadır. Hatta Avrupa Birliği, önceki yıllarda aldığı bir kararla İsrail’in işgal altındaki topraklarda faaliyet gösteren şirketlerinin ürettiği mamullere bunu gösterir etiket zorunluluğu getirmiş ve bu etiketleme nedeniyle de boykota maruz bırakmış olsa da, daha düne kadar Filistinlilerin haklarını savunduklarını iddia eden BAE’nin böyle bir ihtiyari tedbire gerek duymayacağını ve bu bölgelerden doğrudan ürün ithalatı yapabileceğini açıklaması maskelerin düşmesine sebep olmuştur.  

 

Buna mukabil, şekilde şimdiye kadar F 35 ve benzeri yanıltıcı silah sistemleri tedariği için ABD yönetiminin kapısını aşındıran BAE’nin İsrail ile normalleşme karşılığında bu silahlara kavuşma garantisi aldığı da hepimizin malumudur.

 

Henüz İbrahim Anlaşmasının tarafı olmasalar da İsrail ile normalleşeceğini açıklayan Sudan ve Fas için de buna benzer bir durum mevcuttur. ABD tarafından teröre destek veren ülkeler listesine alınan Sudan’da, ABD ve İsrail’e mesafeli duran devlet başkanı Beşir’in askeri darbeyle devrilmesinin ardından İsrail ve ABD’ye sıcak mesajlar verilmesi ve akabinde yapılan gizli görüşmelerde, İsrail ile normalleşme karşılığında ABD’nin Sudan’ı bu listeden çıkarmayı vaat etmesi sürecin nasıl işlediğini göstermiştir. Keza Fas’a da, İsrail ile normalleşmesi karşılığında yıllardır devam eden Batı Sahra meselesinde avantaj sağlanacağı sözünün verilmesinin etkili olduğu da bir sır değildir.

 

Muhtemelen önümüzdeki süreçte de buna benzer bir süreci takip edeceğiz. Bölgede İsrail ile münasebeti olmayan bütün ülkelerle bir şekilde temas edilerek, bazı taahhütler verildiği ve bunun karşılığında da bu ülkelerin İsrail ile normalleşmeyi kabul edeceklerine şahit olacağız. Bu sayede İsrail-Filistin meselesini çözmeyi planlayanların umudunun, Filistin’i destekleyen hiçbir bölge devleti kalmayınca Filistin’in yelkenleri suya indireceği ve kendisine dayatılan tüm şartları kabul edeceği şeklinde olduğu anlaşılmaktadır. Oysa hem İsrail-Filistin meselesini çözmenin hem de Ortadoğu’ya barış getirmenin daha kolay bir yolu varken böyle zorlama bir yolun tercih edilmesi manidardır.

 

Başta Birleşmiş Milletler tarafından iki devletli çözümü öngören olmak üzere benzer bir plana haiz olan Arap Barış Planı’nda da, İsrail’in; 1967 öncesi sınırlarında bir Filistin devletini kabul etmesi, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkının verilmesi, Kudüs’ün her iki tarafın da başkenti olarak kabul edilmesi ve işgal altındaki topraklarda bulunan Yahudi yerleşimlerinin kaldırılmasını kabul etmesi halinde Arap devletlerinin İsrail’i tanıyacağı ve ilişkilerinin normalleştireceği taahhüt edilmiştir. Dolayısıyla sadece Filistinlilerin haklarını teslim edecek bütün bölgeyle normalleşmek yerine, bundan imtina edilerek Filistinliler devre dışı bırakılıp, diğer ülkelerle kapalı kapılara ardında pazarlıklar yapıp, rüşvetler vererek sonuca ulaşmaya çalışmak sorunu ortadan kaldırmayacaktır. 

 

Sürecin sonunda, bazı Arap ülkeleri uzun zamandır gerçekleşmesini bekledikleri birtakım kazanımlar elde etmiş olacak ve İsrail ise bölge ülkeleriyle normalleştiği masalıyla kendini kandıracak ancak hakları teslim edilmemiş Filistin halkının mağduriyeti devam edecektir. Dolayısıyla doğrudan Filistin halkının muhatap alınmadığı hiçbir planın/anlaşmanın bölgenin geleceğine katkı sağlamayacağı görülecektir. Sırf adının İbrahim konması bu metni kutsal yapmadığı gibi, Filistinlilerin sorunları çözümlenmemiş bir Ortadoğu’nun da barış ve huzuru görmesi mümkün olmayacaktır.

ABD-İsrail ilişkilerinin seyri ne olacak? Riskler ve Fırsatlar neler olacak?

20 Ocak’tan sonra ABD-İsrail ilişkilerinin mevcut bağlamından koparak tamamen farklı bir boyuta gelmesi beklenmemektedir. Ancak Netanyahu yönetimindeki İsrail’in son dört yıldır tamamen Trump’a ve Cumhuriyetçi Parti’ye angaje olmasının Demokrat Parti’de tepki yarattığı ve bazı kesimlerin sırf bu tercih nedeniyle İsrail’in veya Netanyahu’nun cezalandırılması gerektiğini seslendirdikleri bilinmektedir. Fakat yeni ABD yönetiminde başkan yardımcı olarak yer alacak Kamala Harris’in eşiyle, yeni dışişleri bakanı olması beklenen Tony Blinken’in de Yahudi olması nedeniyle, Trump’ın damadı Jared Kushner’e atıfla “damat gitti, gelin geldi” şeklinde vurgu yapıldığı bilinmektedir. Dolayısıyla her ne kadar demokratların arasında özellikle Netanyahu’ya tepkili olanlar olsa da, ABD siyasetinde çok etkili Yahudi diaporası ve lobisinin desteği kaybetmek istemeyecek olmaları nedeniyle, köprülerin atılması da beklenmemelidir.  

 

Buna rağmen Biden yönetiminin Trump döneminden farklı olacağı ve yeni dönemde İsrail’in özellikle Filistinlilere yönelik politikaları ve İran nükleer anlaşması nedeniyle sorun yaşaması muhtemel görünmektedir. Gerek Biden’ın kendisi gerekse de ekibinde yer alan bazı yetkililerin sözde Yüzyılın Planı ve İran Nükleer Anlaşması hakkında yaptığı açıklamalar daha şimdiden İsrail’in teyakuza geçmesine sebep olmuştur. Zira sözde Yüzyılın Planını uygulamayacağını ve Filistinlilerin de haklarının esas alınacağı yeni bir anlaşma yapılacağını söyleyen Biden’ın bu tutumu İsrail’in son dört yıldaki bazı kazanımlarında geri gidiş olacağı anlamına gelecektir.

 

Gerçi Biden, ABD elçiliğinin yeniden Tel Aviv’e taşınmayacağını söyleyerek İsrail tarafını bir nebze rahatlatmış olsa da, Trump’ın 2018’de ayrıldığı İran nükleer anlaşmasına yeniden girileceğinin ifade edilmesi ise büyük hayal kırıklığı yaratmıştır. Hatta diğer konulardaki farklı pozisyonlarına rağmen İsrail’deki siyasiler ve ABD’deki Yahudi lobisi Netanyahu’nun ardında durarak, Biden yönetimine bunun bir hata olacağı mesajını paylaşmışlardır.

 

Dolayısıyla yeni dönemde ABD-İsrail ilişkilerinin ne şekilde seyredeceğini Biden yönetiminin nükleer anlaşmaya yönelik yaklaşımı belirleyecektir. Devam eden korona salgını nedeniyle Biden’in koltuğa oturduktan sonra hemen bu anlaşmayı gündeme alması beklenmediğinden, İsrail’in bu süre zarfında ikna çabalarına devam edeceği beklenmektedir. Hatta Trump’ın koltuktan ayrılmasını beklemeden ABD’yi, İran ile bir sıcak çatışmanın içine çekecek teşebbüsleri de olası görenler az değildir. Kaldı ki İran’lı nükleer fizikçi Muhsin Fahrizade’ye yönelik suikastı da bu kapsamda yapılmış bir kışkırtma olarak görenler de mevcuttur. Bu sayede İran’ın misilleme yapacağı ve bu sayede gerginliğin sıcak çatışmaya evrilmesinin mümkün hale gelebileceği dillendirilmektedir.

 

Sonuç itibariyle İsrail-ABD ilişkilerinin önümüzdeki dönemde nasıl geçeceği henüz tam olarak belli değildir. Ancak şimdiye kadar ki mesajlardan anlaşıldığı kadarıyla, İsrail için geçtiğimiz dört yıldaki gibi büyük kazanımların olması ve ABD’nin Ortadoğu politikasının merkezinde yer alması beklenmemektedir. Bilakis Suudi Arabistan ve Mısır gibi şimdi yakın müttefiklerin önümüzdeki dönemde baskıya maruz kalacağı ve Trump yönetiminin uygulamaya koyduğu İsrail merkezli güvenlik mimarisinde bazı değişiklikler olması kaçınılmazdır.         

 

İsrail’deki Hükümet Krizinin Sebepleri nelerdir?

İsrail’deki mevcut hükümetin korona salgının yoğun hissedildiği ilk dönemlerdeki kaos ortamındaki zaruriyetler nedeniyle kurulduğu unutulmamalıdır. Yani koalisyonu oluşturan bileşenlerin birbirlerinden çok da fazla hoşlandıklarını söylemek mümkün değildir. Hatta seçim döneminde Netanyahu’yu yoğun şekilde eleştiren Gantz’ın, onunla asla bir iş birliği yapmayacağını söylemesine rağmen seçim sonrasındaki tablo karşısında onun başbakanlığına bir hükümette yer almasını da Trump yönetiminin telkinlerine yoranlar olmuştur.

 

Aslında bir ulusal mutabakat hükümeti olan mevcut yönetimin altı aylık performansı zaten uzun süreli olmayacağını göstermekteydi. Kaldı ki tarafların birbirine güvenmemesi nedeniyle başbakan Netanyahu’nun hayati öneme haiz gelişmelerde bile hükümet ortaklarını bilgilendirmediği, tüm kazanımları kendi hanesine yazmaya gayret ettiği iddia edilmiştir. Hükümetin resmi olarak sonunu getiren gelişme bütçe kanunun zamanında çıkarılamaması olarak gösterilse de, aslında bunun sadece bir formalite olduğu bilinmektedir.

 

Zira savunma bakanlığı ve adalet bakanlığı gibi Netanyahu’nun siyasi kariyerini doğrudan etkileyen iki bakanlığı elinde tutan Mavi&Beyaz’ın, Netanyahu aleyhindeki yolsuzluk davası sürecini ortaklarını zora sokacak şekilde ilerletmesi, Netanyahu’nun tepkisine sebep olmuştur. Bu kapsamda, savunma bakanlığının Almanya’dan denizaltı alımına yönelik iddialar için soruşturma açılmasına izin vermesi ve adalet bakanlığının da Netanyahu’nun avukatlarının tüm itirazlarına rağmen dava süreçlerinin hızlandırılmasına yönelik adımları, Netanyahu tarafından ortaklık protokolünün ihlali olarak algılanmıştır. Dolayısıyla kendi kuyusunun kazılmasına seyirci kalması beklenmeyen Netanyahu’nun, Gantz’ı ve Mavi&Beyaz’ı cezalandırmak için, seçime gitmesi muhtemeldir. 

 

Ayrıca son anketlerde hükümet ortağı olan Gantz’ın desteğinin radikal bir şekilde azaldığı ve muhtemel bir seçimde meclise girmekte bile zorlanacağı şeklinde sonuçların ortaya çıkması da, Netanyahu’nun hükümeti sonlandırmak istemesinde etkili olduğu söylenmektedir.  

 

Buna mukabil yaşanan hükümet krizinin kuşkusuz en önemli sebebi, ABD seçimlerini Trump’ın kaybetmiş olmasıdır. Netanyahu tarafından son dört yıldır dürdürülen Trump’a dayalı siyasetin sonunun gelmiş olması, Netanyahu’ya verilen zımni desteğin de sonunu getirmiştir. Dolayısıyla bütçe gerekçesiyle olmasa da mutlaka başka bir sebep nedeniyle hükümet krizi çıkacak ve Netanyahu, üzerinde anlaşıldığı şekilde dönüşümlü başbakanlığın gereği olarak koltuğu Gantz’a devretmeyecekti.

 

Henüz muhtemel bir seçimden sakınmak mümkün olsa da, İsrail siyasetinde başlayan seçim beklentisinin yankıları görülmeye başlamıştır. Bu kapsamda Gantz’ın eski ortağı Lapid’e göz kırptığı ve muhtemelen yeniden bir ittifak kurulması öngörülse de, en önemli gelişme Likud cephesinden gelmiştir. Netanyahu’ya daha önce de meydan okuyarak kongrede genel başkan adayı olan eski bakan Gideon Sa’ar, yeni bir parti kuracağını açıklayarak partiden istifa etmiştir. Partideki Netanyahu karşıtlarının ve kendilerini sol/merkezde tanımlayan bazı kesimlerin desteğini alan Sa’ar’ın Netanyahu’ya alternatif olup olamayacağı henüz tam olarak belli olmamakla birlikte, Netanyahu’nun cumhurbaşkanlığına hazırlandığı ve yerine Mossad başkanı Yossi Kohen’i hazırladığı şeklindeki haberler kulislerde bomba etkisi yaratmıştır. 

 

Meclisin feshine yönelik oylamanın ilk turu Aralık ayının ilk haftasında tamamlanmış olup, önümüzdeki günlerde yapılacak diğer turlarda da benzer sonuçların alınması halinde, İsrail’in  Mart 2021 ortasında bir kere daha sandığa gitmesi beklenmektedir.

YORUM YAZ..
Modal