Biz, kadınlara fırsat eşitliğini anayasa teminatı ile veren; kadim geleneğimizin değerleriyle de bunu yaşatan bir milletiz. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 10. maddesi “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.” der. Şunu ifade edebilirim ki ülkemizde kadına karşı kurumsallaşmış bir cinsiyet ayrımı yoktur. Fakat bu bizim kadınların yaşadığı sorunları görmezden geleceğimiz anlamına gelmiyor. Elbette daha yapacak çok işimiz, atacağımız çok adım var. Ama bütün bunları yaparken kadın-erkek arasındaki dengeyi hangi taraf adına olursa olsun bozmayacak bir hassasiyeti de gözetmemiz gerekiyor. Çünkü kadın ve erkek birbirlerinin rakibi değil, bilakis tamamlayıcısıdır.
Kadına karşı şiddet bir insanlık suçudur. Üzülerek belirtmeliyim ki, kadına karşı şiddet ve ayrımcılık toplumun birçok kesiminde görülmektedir. Çok boyutlu olan kadına karşı şiddet ile mücadele, gerek hukuki gerek insani ve gerekse de kültürel bağlamdaki yaklaşımların kararlılıkla alınıp uygulanmasından geçmektedir. Böyle bir duyarlılığı toplumsal olarak yeniden tesis etmemiz elzemdir. Elbette kadın duyarlılığı vurgusunu yaparken bir şeyi de gözden kaçırmamamız gerekmektedir. Cinsiyetten gelen en önemli özellik anneliktir. Savaşlar, göçler ve doğal afetler, kadınları ve onlarla beraber çocuklarını acı çekmeye mahkûm etmektedir. Evet, bu özelliği “çektiği acının hep aynı renkte olmasıdır”. Rengine, diline, inancına, coğrafyasına bakmaksızın ne şartlar altında olursa olsun kadının acı çekmesi aynı türdendir. Bu bakımdan bugün Suriye’de, Gazze’de, Myanmar’da, Mısır’da ve dün Bosna’da çekilen acılar hep aynı renkteydi.
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz bizi bir erkekle bir dişiden yarattığını, üstünlüğün ise ancak takvada olduğunu ifade ediyor. Ne erkek üstün ne de kadın, tam tersine iki yaratılan da eşdeğerdir. Bu açık emir gereğince kadınlarımızı cinsiyetlerinden dolayı tahkir eden her türlü anlayışın karşısında olmamız gerekiyor.