6 Şubat günü tarihinin en yıkıcı depremleriyle sarsılan Türkiye’de milyonlarca vatandaş belki de dünya tarihinde görülmemiş bir seferberlik içerisine girdi. Öte yandan depremin toplumsal sonuçları dışında siyasi anlamda yaşanan tartışmalar da Star Yazarı Ali K. Metin’in gündemindeydi. Metin, ‘’Temel müşterek anlamında birincil ve nihai hedefimiz insanın iyiliği ve yararı olduğunda, ahenkli bir birliği sağlamak burada gerçekten de o kadar imkansız olmayacaktır. Bunun için siyasi, ideolojik, maddi motivasyonları aşkın bir toplum/toplumsallaşma idealini sürekli diri tutmak gibi bir sorumluluk bilinciyle hemhal olmaya ihtiyaç var.’’ ifadelerini kullandı.
Star Yazarı Ali K. Metin’in konu hakkındaki sözlerinin devamı şu şekilde:
‘’Siyasal bölünmenin (kutuplaşma anlamında) toplumsal bölünmeyle sonuçlanması ya da toplumsal bölünmeden mütevellit bir durum olarak ortaya çıkması, son kertede farklılıklar arasında tamir edilmesi müşkül bir yarığa/izolasyona işaret eder. Toplumsal müştereklerin muhafazası ve güçlendirilmesi sadece toplumlar değil devletler için de temel zorunluluktur. Siyasetçilerden sivil toplum kuruluşlarına, entelektüellerden en sıradan vatandaşa kadar her özel ve/veya tüzel kişiliğin bu farkındalık ve sorumluluk içinde hareket etmesi istenir. En azından normal koşullarda doğru ve iyi olan budur. Ama bunun için nefrete ve düşmanlığa sebebiyet veren koşulları ortadan kaldırmak gerekir. Hiç değilse var olan nefreti ve düşmanlıkları belli koşullarla sınırlayan ortak değerlerin ve "ortak iyi"nin oluşturulması olmazsa olmazdır. Aksi halde toplum dediğimiz yapı zoraki, ruhsuz, maneviyatsız bir birliktelikten ibaret hale gelecektir. Maneviyatsızlık esas itibariyle toplumun 'insansızlaşması'ndan başka bir şey değildir.’’
Dayanışma bir kez ortaya çıktı
Bu maneviyatın yaşadığımız birtakım hadiselerle sınandığını görmemek mümkün değil. 15 Temmuz bunlardan biriydi. Milletimiz o gün kendi demokratik iradesiyle birlikte devletine sahip çıktı, devletin sahibi/bekçisi olduğunu ikrar ve izhar etti. Kovid-19 pandemisiyle başlayan süreçte ise bütün dünya ile birlikte başka boyutlarda bir sınamadan geçtik. Bir musibet bin nasihatten evladır derler; böylesi zor zamanlarda neoliberalizmin insanları ne kadar çaresiz ve bir başına bıraktığını yavaş yavaş anlamaya başlamış gibi olduk. Devletin gücü ve destekleri olmadan salgın karşısında etkin bir mücadele yapamayacağımızı fark ettik. Art arda yaşadığımız ekonomik krizlerden sağ salim çıkmayı başaran neoliberalizm, pandemi sürecinde karşı karşıya geldiğimiz bambaşka bir insanlık durumuyla eski ihtişamını kaybetti. Dayanışma ve sorumluluk ahlakının rekabete dayalı gelişme ve kalkınma paradigmasından çok daha kıymetli olduğunu düşünme eğilimi güçlenmiş gözüküyor.
Üretim-tüketim-kalkınma-refah ilişkisine dayalı hakim paradigmanın ve kültürel alışkanlıkların değiştirilmesi gerektiği yönünde en azından ciddi sorgulamaların yapılacağı bir sürecin içindeyiz. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söyleyecek kadar safdil bir iyimserlik içinde olmanın elbette iler tutar bir yanı yok. Kader ağlarını bir şekilde örüyor belki, ancak yaşadıklarımızdan ders çıkarmak, dahası bunu bir fırsata dönüştürmek de bizim ödevlerimizden biri. Rekabetçi sistemin oluşturduğu acımasız sömürü koşullarının değiştirilmesi için pandemide yaşadıklarımız ve öğrendiklerimiz üzerinden daha dayanışmacı, toplumcu ve insani bir paradigmayı inşa etmek zorunda olduğumuzu bilmemiz gerekiyor.
Depremde siyaset tartışmaları
Tam bu süreçte başımıza gelen deprem felaketi ile söz konusu değişim ihtiyacının daha da acil bir hale geldiğini söylemek yanlış olmaz. Depremin yaralarını sarmak için gösterdiğimiz toplumsal duyarlıkta bile esasen bunun sinyallerini verecek kültürel, ahlaki bir olgunluğu ortaya koymak zorundayız. Yaşadığımız acı ve felaketler karşısında günlük anlamıyla siyaset üstü bir tavır, bir refleks geliştirmeyi başaramıyorsak, buradan dayanışmacı bir toplumsallaşma sürecine doğru ilerlemek, daha açıkçası bunun siyasi ve ideolojik zeminini oluşturmak hayli problemli olacak demektir. Aksi halde her zaman olduğu gibi ateş düştüğü yeri yakmakla kalacaktır.
Ne yazık ki, acının siyaseti olmaz mahiyetindeki bazı retorik cümlelerin arkasında pusuya yatan ve adeta teyakkuz halindeki siyasi kaygı ve hesaplar, işin gerçek veçhesini ortaya koymaktadır. Kimi siyasetçilerin böyle bir trajedi karşısında bile meseleyi samimi ve objektif bir yaklaşımla ele almaktan uzak durmaları son derece esef vericidir. Dayanışma ahlakını genel mutabakata dönüştürecek bir duruşa öncülük etmek siyasetin bu süreçte belki de en önemli açılımlarından biri olabilecekken tablo çok başka bir şekilde kendisini gösteriyor. Medyadaki görüntüler yani siyasetin medya ayağı, bu tabloyu daha da derinleştirmektedir. Sosyal medyaya baktığımızda ise deprem felaketinin siyasete nasıl pervasızca malzeme edilebileceğine bütün örnekleriyle şahit olmaktan doğrusu utanıyor ve sıkılıyoruz. Depremi mevcut iktidarın sonunu getirmek için sinsice ve/veya açıkça kullanılması gereken bir fırsat olarak değerlendirmekten kendilerini alamayan bir güruhun varlığından da, her türlü eksik ve kusuru rasyonelleştirmek veya masumlaştırmak isteyenlerin tarafgirliğinden de muzdarip olduğumuzu söylemek gerekiyor.
Kötülüğün biçimleri
Demek oluyor ki, siyaseti ahlakın ve üst değerlerin şemsiyesi altında buluşturmaya ihtiyaç var. Başka deyişle siyasetin dili de pratiği de toplumsal ve ahlaki değerlerle mukayyet bir içeriğe ve amaca sahip olmalı. Buna belki kimsenin itirazı olmamakla beraber, temel sorunumuzun bunun fiiliyatta etkisini kaybetmekle alakalı bir kültür sorunu olduğunu biliyoruz. Siyasetin bu tarz üst kültür ve değerler bakımından yoksullaşmasını, yaşadığımız deprem felaketinin en kaygı verici emarelerinden biri olarak deneyimliyoruz. Siyasetçisinden gazetecisine böyle bir yoksullaşma görüntüsünün verilmesi, nihai planda milli, toplumsal duyarlıkların ne denli zayıf ve retoriğe hapsolmuş olduğunu düşündürüyor. Teşbihte hata olmadığını düşünerek söyleyecek olursak, deprem bölgesinde vuku bulan hırsızlık ve yağmalar, yardım altında uyuşturucu nakliyatı gibi şeyler insanlığımız açısından ne kadar kabul edilemez ve yaralayıcıysa, bu felaketin siyasi manipülasyonlara malzeme edilmesi de en az o kadar kabul edilemez bir gerçekliktir. Nihayetinde kötülük kötülüktür. Yağma eylemleriyle insanlık dip yaptığı gibi, siyasi reflekslerle şuurlu veya şuursuz yapılan dezenformasyonların siyasete başka türden bir dip yaptırdığını kaydetmek gerekir. Buysa artık Makyavelizmden bile öteye gerçek anlamda bir ahlak ve medeniyet kaybı demektir. İçimizdeki köstebeklerin dayanışma ruhu ve pratikleri üzerinde oluşturduğu müsilaj görüntüleridir.
Ancak dikkatlice takip edildiğinde şu tuhaf ikilemin ayırdına varmış olmamız gerekiyor: Söz konusu manipülasyonu gizli veya açık yapa duranlar, aynı zamanda günah çıkarırcasına acılar üzerine siyasetin olmayacağından dem vurabiliyor. Bunun nasıl bir ruh hali ve tutarsızlık olduğunu anlamak için sanırım psikolog olmak gerekmiyor. Kültürel ve ahlaki anlamdaki az gelişmişlik, böyle zamanlarda kendisini ziyadesiyle gösteriyor. Bu felaket karşısında bile siyasi ahvalimiz bu azgelişmişlikten nasibini almaya devam ediyor. Siyasi aklın bütün duyargalarımızı teslim alması elbette hayırhah bir durum olamaz.
Seferberlik ve sonrasında yaşananlar
Bununla beraber madalyonun başka bir yüzünün daha olduğunu biliyoruz. Halkımız, yaşanan bu felaket karşısında gerçekten inanılmaz bir dayanışma örneği vermiş, depremzedeler için tam anlamıyla bir seferberlik hareketine girişmiştir. Kamu iradesi imkanlarını olabildiğince değerlendirmeye çalışırken halkımız da sivil toplum kuruluşları, iş adamları, gönüllü bireyleriyle desteğini hakkıyla vermiştir. Madencilerimiz, itfaiyecilerimiz, jandarmamız, polisimiz AFAD ekipleriyle birlikte arama-kurtarma çalışmalarında milli ve toplumsal dayanışmanın temsilcisi oldular. Bölgeye hızla akmaya başlayan yardımlar halkımızdaki maneviyatın ve dayanışma ruhunun en anlamlı ifadelerinden biriydi.
Dolayısıyla depremdeki tabloyu bütün boyutlarıyla değerlendirecek bir perspektiften bakmayı önemsemek gerekiyor. Kovid-19 salgınının olduğu gibi depremlerin de bize öğrettiği veya ikaz ettiği bazı gerçekler var. Konforu değil depreme dayanıklı konutları öncelemek zorundayız; tabiatıyla en temel ve tartışılmaz gerçek bu. Ancak bunun nasıl ve ne kadar mümkün olabileceği sorusu hepsinden daha can alıcı bir niteliğe sahip. Depreme dayanıklı konut dediğimizde, bunun sadece mühendislik ve denetim meselesi olmadığını da görmezden gelemeyiz. Pandemi karşısında yoksulluk bir dezavantaj olarak nasıl kendisini gösterdiyse deprem için de aynı durum söz konusu. İnsanın temel ihtiyacı olan konutun rant aracı olmaya devam ettiği bir dünya-toplum düzeninde, yoksulluk konut politikalarının yumuşak karnı olmaya öyle veya böyle devam edecektir. TOKİ bu konuda çözüme yönelik elbette önemli bir enstrüman, ama o da bir yere kadar. Yoksul kesimlerin çözüm üretmekteki ekonomik yetersizliği, bizi her halükarda sorunun sosyo-ekonomik boyutuna dikkat kesilmeye mecbur edecektir. O yüzden depreme duyarlıklı yerleşim alanları inşa etmenin asgari şartlarından biri olarak her vatandaşa konut güvencesi sağlamaya yönelik yeni bir bakış açısının hayata geçirilmesi söz konusu olmaktadır.
Yardımlaşma yeni ufukların kapısını açıyor
Meselenin liberal-kapitalist sistemde revizyon yerine daha radikal bir değişime gitmekle aşılabileceğini artık görebiliyor olmalıyız. Toplum olarak tecrübe ettiğimiz dayanışma ve yardımlaşma pratikleri bize alternatif paradigmalar hakkında önemli ufuklar açıyor. Asrın felaketi diye baktığımız Kahramanmaraş depremi bize sadece dayanışmanın ne kadar elzem bir şey olduğunu öğretmiş değil, aynı zamanda bunu başarabilecek insani ve kültürel hasletlere sahip olduğumuzu da fark ettirmiştir. Bunu yanı sıra hem operasyonel olarak hem de yaraların sarılması anlamında devletin güç ve desteğinin önemini bir kere daha görmekle kalmayıp sivil toplum kuruluşlarının bu süreçlerde ne kadar kıymetli bir rol oynadığına milletçe şahit olduk. Belli ki devleti kadir-i mutlak (tek aktör) haline getiren bir anlayışa bütünüyle teslim olamayız. Toplumsal insiyatif imkanlarının geliştirilmesi sadece demokratik bir hak değil, aynı zamanda dayanışma kültürünün geliştirilmesi açısından elzem bir nitelik taşımaktadır.
Tabii burada bütün mesele devleti, medyası, sivil toplum kuruluşları ve gönüllü unsurlarıyla toplumsal bir mutabakat ruhu içinde gerekli ahengi sağlamaktır. Bu ruh beraberliği devletle (dolayısıyla hükümetle) toplumun bütün kesimleri arasında zorunlu olan -veya olması gereken- temel yani asgari müştereklerin doğal ifadesi diye kabul edilmeli. Devlete düşen bahis konusu müşterekler doğrultusunda bütün depremzedeleri kucaklamak olduğu gibi, medyanın, sivil toplum kuruluşlarının ve gönüllü yapıların da bu müştereklere halel getirmeyecek bir halet-i ruhiye içinde davranmaya azami dikkati göstermeleri icap eder.
Burada adeta bir Kuvay-ı Milliye ruhuna ihtiyaç olduğunu söylemekte beis görmüyoruz. Zira bu bizim, bir tarafıyla güçlü bir millet haline gelme diğer tarafıyla ahlaki bir toplum olma konusundaki başarı düzeyimizin bir göstergesi sayılır. Temel müşterek anlamında birincil ve nihai hedefimiz insanın iyiliği ve yararı olduğunda, ahenkli bir birliği sağlamak burada gerçekten de o kadar imkansız olmayacaktır. Bunun için siyasi, ideolojik, maddi motivasyonları aşkın bir toplum/toplumsallaşma idealini sürekli diri tutmak gibi bir sorumluluk bilinciyle hemhal olmaya ihtiyaç var. Siyasi ve toplumsal arenaya bakıldığında görünen o ki, milletçe iftihar edeceğimiz görüntülerin yanında, asgari müştereklerle ilgili henüz almamız gereken epeyce bir yol vardır.
Depremin devlete, siyasete ve topluma tuttuğu aynaya baktığımızda, yolun neresinde olduğumuzu, nereden nereye gelip nereye gelemediğimizi fark ettirecek önemli verilere ulaşmanın mümkün olduğu anlaşılmaktadır.''